Sahilde oturmuş, Kızkalesi’ni seyrediyordu. Kalenin eteklerine sakince çarpan mavi-beyaz köpüklü dalgaların büyüsüne kapılmışken, zihni bir zamanlar Kızkalesi’ndeki tutsak kalmış kıza takıldı birden. Sonra denizde peri kızı gibi durantutsak kalmış Kızkalesi misali, geçmişte hapsoldu düşünceleri. Dizinin üstündeki mutlu sonla biten çok satanlar listesindeki romanına inat, etrafına mutsuz ve hüzünlü bakışlar saçıyordu. En mutlu anlarında bile dudaklarındaki solgunluğu güç bela yenip, ortaya çıkarmaya çalıştığı gülümsemelerinden de anlaşılacağı gibi, geçmişin o geçmemişliği altında yaşamaya çalışıyordu hayatı aslında ve onu hayatındaki bu hiç geçmeyeceklikler yıpratıyordu.
Neydi onu bu kadar hüzünlendiren şey? Acaba neydi onu bu hallere sokan? Hangi nedenlerdi en mutlu anında bile onu buradan alarak çok uzaklara götürüp, geçmişinin o silinemez ve unutulması imkânsız anların ortasına öylece bırakıp kaçan? Sonra da hiçbir şey olmamış gibi geçmişin o puslu sayfalarından sıyrılıp ta tekrardan bugüne dönmeye zorlayan, yüzüne bu acı çizgilerinin yerleşmesine sebep olan şey neydi? Kaç bayramdır göremediği Anne-babasının hasreti mi, ablası mı veya hiç doğmamış olan abisinin olmayışlığı mı? Kardeşi de yoktu ki zaten…
Şimdi ise zihninin derinliklerinde ansızın bir hırsız kaçıyor, sonra bir psikopat dikiliyor karşısına. Sosyopat, nevropat, bürokrat... At kurtul hepsini kafandan düşünme diyor gönül. Fakat ne kadar kaçmaya çalışsa da bu düşüncelerden, bir girdabın içine düşmüşçesine yine de kaçıp kurtulamıyor bir zamanlar yakaladığı kişilerden. Şimdi ise bakışları Kızkalesi’nden yavaşça kızına doğru kayıyor. Kızı sahilde bebekleriyle oynuyordu. Babasının ona baktığını görünce kızı;
“Baba, dün akşam geç gelmeseydin eve, sana annemle birlikte aldığımız yeni oyuncağımı gösterecektim.” Dedi. Kızını anlıyor, dahası hak da veriyordu.Sahi dün gece geç mi gelmişti eve? Yok, hayır evvelsi gündü sanki. Dün neydi ki günlerden… Günler Kızkalesi’ni oluşturan beyaz taşlar gibi üst üste yığılmıştı, hırçın dalgalarla bulanmış zihin denizinin ortasında.
Dağınık zihnini biraz olsun toparlayıp rahatlatabilmek için, üniversite yıllarındaki güzel anıları aklına getirdi. Ne güzel yıllardı o yıllar. Aslında çok istemişti öğretmen olmayı, öğretmen olup gençlere aydınlık bir gelecek sunmayı. Ama tam da kalemin kılıçtan keskin olduğuna ikna olmuşken, kalemini bir kenara bırakıp babası gibi kılıçları kuşanmak zorunda kaldığını hatırladı.
Mezuniyetten sonra tam da öğretmen olmanın havasına girmişken, kendisini havalı bir kıyafet içerisinde, kalabalıklar arasında gezinirken bulmuştu. Bir bakan bir daha bakıyordu ona. Üzerindeki kıyafetin etkisinden midir bilinmez, kimileri onu çok yakışıklı buluyor, kimilerinin ise ondan korkuyor, korktuklarından saygı gösteriyor olması önceleri şaşırtıyordu onu ama sonraları bu durum onun hoşuna da gitmiyor değildi.
Evlendiği gün de üzerinde çok güzel bir takım elbise vardı. Birbirlerini çok severek evlenmişlerdi. Tam da üniversite yıllarından beri eşiyle birlikte kurdukları uyuma hayallerine kavuşmuşken, ilerleyen zamanlarda eşinin yanından daha çok sandalyelerin ve kaldırımlardaki parke taşlarının üzerlerinde bir başına uyuyacağını nereden bilebilirdi ki?
Yıllar boyunca o şehir senin bu şehir benim gezerken, günün birinde doğunun ücra bir köşesinde kendisini buluvermişti. Ne için gelmişti ki buraya, kimin için memleketini bırakıp gelmişti bu uzak diyarlara. Şimdi olsa yine gider miydi ki o istemsizce atıldığı maceraların ortalarına… Hiç düşünmeden gelmişti aslında buralara, zaten onun için söz konusu vatansa gerisi teferruattan öte değildi nasıl olsa… Bir gece büyük bir gürültü eşliğinde uyanmıştı yatağından. Yangın yeri gibiydi her yer. Hayal mi gerçek mi derken, çok sevdiği insanların birer birer göçüp gittiklerine şahit oldu geceleri yakıp yıkanalevlerin arasından.Gördükleri zihnini dağlamıştı.Zihninde ise acıdan daha güçlü bir düşünce dolanıp duruyordu. Sankiiçindeki her şey günbegün yanıp kavruluyor gibiydi.Dile getiremeyeceği kadar korkunç senaryolar ve olasılıklar yüzünden bulanan zihni, hayatının pamuk ipliğine bağlı olduğunuanlamıştı, bitmek bilmeyeno kara gecelerden.
Ağrı Dağı’nın zirvesi kadaruzak, dağınen karlı yeri kadar soğuk bakıyordu hayata. Ama o soğuk gecelerde, hoyrat hoyrat çalan bir telefon ile sıcak yatağını, eşini ve çocuğunu öylece bırakıp,gitmesi gerekebilirdiserüvenlere ve mutlaka yetişmesi gerekiyordu bir bilinmezlikten diğer bir tehlikelibelirsizliğe.
Yavaş yavaş sararıp solarak, dalından kopmuş bir yaprak gibi yıllarca doğu ile batı arasında savrulup durmuşken, işte yine çok sevdiği memleketindeydi en sonunda. Uzun yıllar hasret kalmıştı doğup büyüdüğü ve küçükken hayaller kurduğu bu yerlere. Kafası kesif düşünceleri yüzünden çok karışıktı, ruhu da bitkin düşmüştü. Dakikalardır burada oturuyor olmasına rağmen bedeni hâlâ yorgundu. Elli ikisinde olmalıydı yaşı, bilemedin en fazla elli beşinde gösteriyordu. Dudaklarındaki kuruyup çatlamaya yüz tutmuş, kendisini en az on yaş büyük gösteren gülümsemesiyle,hâlbuki daha kırk beşinden yeni gün aldığına kimi inandırabilir ki.
Zihin denizinin orta yerindeki uçsuz bucaksız, acımasız çöllerinde, acınası geçmişiyle boğuşup, gamsızca geçireceği günlerin hayallerini, umarsız düşüncelerle kurmaya çalışıyordu. Tam içinden çıkamadığı düşüncelerin içine dalıp gitmişken,omuzuna dokunan yumuşacık fakat soğuk bir el, bakışlarını ve hayallerini ufukta güneşle birlikte denize doğru batmaktan kurtarmış, onun irkilip, kendine gelmesini sağlamıştı.
“Hayatım geç olmadan gidelim evimize.”
Diyen sakin ve içerlenmiş bir kadın sesiyle dağıldı düşünceleri.
“Tamam, hayatım. Gidelim.”
Dedikten sonra,zihnindedolanıp duran gri dünyası, tıpkı su giderine doğru daireler çizerek akan bulanık bir su gibi yok olup gitti.
Haa unutmadan sizi onunla tanıştırayım.
Onun adı POLİS...
YORUMLAR