HANİ CENNET ANALARIN AYAĞI ALTINDAYDI?
Cuma Polat

Cuma Polat

Cuma Polat

HANİ CENNET ANALARIN AYAĞI ALTINDAYDI?

30 Ocak 2022 - 12:01 - Güncelleme: 31 Ocak 2022 - 21:01

Hayatımızın kadınları... Bize hayat veren Hayat Ağaçlarımız... Annemiz, eşimiz, kızımız. Allah’ın biz erkeklere hediyesi olan kimi zaman başımızın üstünde, kimi zaman yanıbaşımızda, kimi zaman da omuzlarımızda taşıdığımız kadınlar…

Var oluş sebebimiz olan kadınlara ne zaman kıyar hale geldik? Ne oluyor da bu insanlara da her gün bir kadın cinayeti haberi duyuyoruz?

            Kıskanç bir eş ya da sevgili tarafından canice katledilen her kadın cinayetinde az önce sorduğum sorular aklıma gelir. Toplum olarak her geçen gün çürümüşlüğün bataklığında daha çok battığımız günümüzde bu durumu tetikleyen televizyon programları ve kanunlardaki boşluklar diyebilirsiniz. Peki sorarım size toplum olarak bizim hiç suçumuz yok? Çocuklarımızı dört dörtlük yetiştirebiliyor muyuz?  Erkek çocuklarımıza her türlü müsamayı gösterirken kız çocuklarımıza aynı hakkı tanıyor muyuz? Erkektir yapar, diye pohpohladığımız, görmezden geldiğimiz konularda kız çocuklarımıza aynı hakkı tanıyabiliyor muyuz? Cevabınız: “Hayır” ise bir durup düşünün derim. Kız çocuklarımızı her türlü kötülükten korurken erkek çocuklarımızı da koruyabiliyor muyuz? Sosyal eşitsizliğin ayyuka çıktığı şu dünyada biz çocuklarımıza eşit davranabiliyor muyuz? Ne çok soru sordum değil mi? Sormalıyım, hatta hepimiz sormalıyız iş işten geçmeden. Sonra televizyonda gördüğümüz kadın cinayetlerine ah vah edip dururuz.

            Kadın cinayetleri sadece bize has bir durum değil ne yazık ki. Dünya genelinde maalesef kadınlar erkek egemenliği altında inim inim inlemiş tarih boyunca ve malesef inlemekte. Orta Çağ Avrupası’nda cadı oldukları gerekçesiyle yakılanı mı dersiniz, Amerika kıtasındaki Azteklerde ve İnkalarda tanrıya kurban edilmelerini mi ya da Hint yarımadasında eşleri ölünce kendilerinin de ölmeleri beklenen canlı canlı mezara girmek istemeyenlerin ise hayatı boyunca dul kalmak zorunda oldukları kadınları mı… Bu örnekleri arttırmak mümkün ancak bugün anlatacağım konu Hint yarımadasından.

Hindistan’daki bir gelenekten bahsedeceğim sizlere. İsmi, Sati. Bu Hindistan'da uygulanan bir dul yakma törenidi. Hinduizm inancının getirisi olan bu gelenek Aryanlar döneminden kalma. Eğer tek bir kadın kendini yakıyorsa buna “Sati”, fakat birçok kadının kendini yakması söz konusuysa buna “Jauhar” deniliyor. Jauhar, yani toplu yakma töreni genellikle savaş zamanlarında görülen bir durum.

Sati geleneğinin ortaya çıkışıyla ilgili iki hikaye anlatılır. Bunlardan mitolojik olanı Tanrı Shiva ile Sati'nin trajik aşk öyküsü.

Sati kocasını sürekli kötüleyen babasına tepki olarak kendini ateşe atmıştır. Dul yakma geleneğinin bu şekilde başladığı söylenir.

Efsaneye göre Shiva üstün güçlere sahip olduğu için Sati'nin babası Daksha tarafından kıskanılır. Bu yüzden Daksha, düzenlediği bir kurban törenine kızı Sati'nin kocası Shiva dışındaki tüm Tanrı ve Tanrıçaları davet eder. Shiva karısının davete gitmesini istemez. Sati davette babası Daksha’nın, kocası Shiva hakkında ağır ithamlar ve hakaretlerde bulunmasına daha fazla dayanamaz ve buna tepki olarak kendini yakar. Saygı duyabileceği bir babanın kızı olarak yeniden yeryüzüne gelene kadar yok olur. Hindistanda reenkarnasyon yani öldükten sonra farklı bir bedende yeniden dünyaya gelme inancının varlığını hatırlatmama gerek yok sanırım.

Görüldüğü gibi bu öyküde kendini yakan Sati, bir dul değildir.

Diğer bir rivayet ise; Hindistan'ın Rajasthan eyaletinde çıkan savaşta tüm erkekler ölünce, dul kalan kadınlar düşmanların cinsel saldırılarına karşı kendilerini korumak için toplu olarak  ateşe atlamalarıyla başlayan bir gelenektir. Hint mitolojisinde bu geleneğin Tanrı Shiva'nın karısı Sati'nin kendini ateşe atmasıyla başladığı söylenir.

1526-1707  yıllarında Hümayun ve oğlu Ekber Şah bu geleneği kaldırmak için girişimde bulunmuş ama çok da başarılı olamamıştır. Babür İmparatorluğundan sonra Hindistan'a egemen olan İngilizler döneminde de Sati geleneği uygulamaları en üst düzeydedir. Bu yüzden 1829 yılında bu gelenek İngilizler tarafından tamamen yasaklanmıştır. 1856 yılına gelindiğinde ise dul kadınların tekrar evlenme yasağı kaldırılmıştır.

Fakat bu gelenek Rajasthan ve Bengal gibi bölgelerde hala devam etmektedir. 1987 yılında Rajasthan eyaletinin Deorala köyünde yaşayan Roop Kanwar, kocasının cenaze ateşinde yakılmıştır. 2008'de ise Lalmati Verma adındaki kadının kocası yakılırken kendini ateşe atması da haberlere yansımıştır.

Hinduizmde kocası ölen kadınlar, kocalarının cenaze ateşinde kocasıyla birlikte olması beklenilir. Bunu reddedenler ise toplum tarafından dışlanarak cezalandırılır.

Hinduizm'de küçük yaşlardan itibaren kız çocuklarına kocalarına itaat etmeleri, yaşamlarını iyi eşler olarak sürdürmeleri gerektiği aşılanır. Bir kadın için kocası Tanrı gibidir. İyi bir eşin tek görevinin kendini kocasına adamak olduğu söylenir. Kocasının ölümünden; görevlerini düzgün bir şekilde yerine getirmediği gerekçesiyle, kadın sorumlu tutulur. Ne kadar da tanıdık bir uygulama değil mi?

Bu yüzden evlilik; iyi talih, güzellik ve zenginlik simgesiyken, 'dul kadın'; uğursuzluk ve trajedinin simgesidir.

Yakılmayı kabul etmeyen kadınlar ise Hindu inancına göre her türlü zevk veren şeylerden, düğün, eğlence ve dini kutlamalardan uzak tutulur. Aile ve toplum tarafından tamamen dışlanan kadınların tekrar evlenmesi de yasaktır. Ayrıca kafalarını tıraşlamak ve sadece beyaz giymek zorundadırlar. Hindularda beyaz yas rengidir ve cenazelerde de sadece beyaz giysiler giyilir. Bu kadınların sadece su ve ekmek gibi temel ihtiyaçları almalarına izin verilir.

Fakat erkekler için durum oldukça farklıdır. Çünkü karısı ölen erkek 13 günlük yas süresini bile beklemeden tekrar evlenebilir.

Son olarak bizde de bir Satı Kadın hikayesi vardır. O kadar “Sati, Sati” deyince aklıma geldi. Onu da anlatıp yazımı bitireyim.

Ankara’da yakıcı bir yaz günü hüküm sürmektedir. Atatürk beraberinde arkadaşları ve yaverleriyle Kızılcahamam’a giderken Kazan Köyü yakınlarında durur ve otomobilinden iner.

Köyün kadını, genci, yaşlısı, ihtiyarı köylerin içinden geçen, köşede duran bu yabancı konukları görünce hep beraber koşuşurlar. Kimi su getirir, kimi ayran. Bu kadınlardan biri, güğümünden aktardığı soğuk ayranı Ata’ya uzatır.

“Bir soğuk ayran içer misiniz?” der.

Böğrüne sıkıştırdığı kundağı biraz daha bastırdıktan sonra, sağ elindeki ayran bardağını uzatır, bekler.

Atatürk, ayranı kana kana içmiş ve bir an durakladıktan sonra “Senin kocan kim?” diye sorar.

Köylü kadını, yüzü tunçlaşmış, elleri nasırlı bir Türk anası idi; Ankara’nın kendine has şivesi ile kocasının Sakarya harbinde boğazından yaralanmış bir cengaver olduğunu söyler.

Ata bir soru daha sorar:

“Ne zaman doğdun?”

“1919’da Atatürk Samsun’a çıktığı zaman doğdum” der kadın.

Ata, bir an düşünür. Yıl 1934’tür. Kadının bu ifadesine göre 15 yaşında gerekiyordur. Halbuki karşısındaki kadın 25 yaşlarında görünüyordur.

Tekrar sorar:

“Nasıl olur?”

Kadın hiç tereddütsüz, o her zamanki nüktedan haliyle ve memleketin işgal altında geçirdiği acı yılları ima ederek, “Evet Paşam, ondan evvel hangimiz yaşıyorduk ki” der. Bu şaka Ata’yı bir hayli düşündürür. Ayrılırken yaverine kadının ismini ve adresini not ettirir.

Bu kadın kimdir biliyor musunuz? Daha sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne giren ilk kadın milletvekili Satı Çırpan...

            Son söz: Kadına sıkılan her kurşun geleceğe sıkılmıştır. Neşet Ertaş’ın da dediği gibi: “Kadınlar insandır, biz insanoğlu.” İki defa “Son” dediğimin farkındayım ama bitmiyor malesef kadınların çilesi. Siz ne düşünüyorsunuz? Yazacağınız yorumları tek tek okuyacağım, emin olabilirsiniz. Haydi kalın sağlıcakla.

Bu yazı 3742 defa okunmuştur .

YORUMLAR

  • 0 Yorum